Güneş alabildiğine yakıyor ortalığı. Titreşerek yükselen nazlı buharın altında göz alabildiğine geniş plaj uzayıp gidiyor. Deniz derin bir uykuya yatmış. Tembel dalgalar ağır ağır itişiyor ince kumsala doğru. Dalgaların köpükten kaşları sahile vuruyor, şurdan burdan kopup gelen zerrecikler ve öteberilerle süsleniyor. Sonra, başlangıçta aydınlatan, giderek koyulaşan, beyazlığını yitiren ve un gibi ince kumun üzerinde tembel tembel eriyip giden dalga… Enginde, taa uzaklarda, gökyüzü ile dudak dudağa gelen ve martı kuşunun kırık kanadını andıran bir teknenin yelkeni parlıyor.
İki martı, pike yapıp inişe geçiyor, suya değmeden topaç gibi dönüyor, gagalıyor ve tekrar dikine havalanıyor. Gagalarında sudan yeni çıkmış küçük balıklar çırpınıp duruyor. Ufuktan sıcaklık akıyor. Kumsalda biriken küçük zerrecikler gözleri kamaştırıyor.
Küçük bir çocuk, anadan doğma, elinde bir oyuncak kova ile bir aşağı bir yukarı gidip geliyor. Kovasına kum doldurup, başka bir yere boşaltıyor. Gözlerinin önüne düşen kıvırcık bir kâkülün arasından engin denizi görmeye çalışırken, kirpiklerini kırpıştırıp duruyor. Sonra, önemli bir işini tamamlamaya gidermiş gibi, tekrar işe koyuluyor.
Güneşten korunmak için yapılan beş dallı gölgelik, bir aşağı bir yukarı, hafifçe yerde sürünüyor. Belki de sürünmüyor, okşanıyor, yumuşak bir şekilde sıvazlanıyor. Tıpkı annelerin, yatağında ter içinde kalan yavrusunu sıvazladığı gibi.
«O zaman ayağı kana bulanmıştı. Ayakkabısının içindeki ayağı kan içinde yüzüyordu. Sımsıcaktı. Canlı ve kırmızı renkli bir sülüğü andırıyordu. Kan, baldırından itibaren, bacağından, ayakkabısının içine kadar süzülüyordu. Üçe karşı bir. Hatta bir bile değil, hiç bir. O zaman bir kişi sanmıştım. Ama şu anda yaşıyorum. O gecenin tek tanığı, baldırımda bulunan yaradır.
Geldiklerini fark etmemiştim. Gece karanlığı da sanki onlardan yanaydı. Her taraf zifiri karanlıktı. Biraz daha önce evden çıkmış olsaydım, orada kimseyi bulamayacaklardı. Kapının ansızın gıcırdaması, kanımı dondurdu. Göğsümde bir sıcaklık duydum ve bir süre için donup kaldım. Kulak verdim, dışarda, o karanlık kazanın içinde bir şeyler kaynıyordu sanki. Otomatik olarak ellerimi yandan yukarı doğru çekerken, ceketimin eteğini kaldırdım. Elim, silâhın soğuk namlu ve kabzasına değdiği zaman, içim ürperdi. Kendimi daha güvenli hissettim. Sanki arkadaşlarımdan biri yardıma gelmiş gibi, bir güç benliğimi sardı. Yavaşça perdeleri kapatıp, birkaç adım geri çekildim. Dışardan gelen bir ışık demeti, tıpkı kana bulanmış bir kargı gibi, boydan boya duvarı kapladı, ordan da odanın içine süzüldü. Denizin yüzeyinde çaprazlama ışıldayan gemilerin projektörlerine benzettim. Denizde bulunan tüm teknelerden sanki ışıklar yükseliyormuş gibi geldi bana. Gecenin karanlığı bu denli aydınlanmış oldu…
«Ya çanta? Aklıma geldiği zaman ürperdim. Bir ara, nasıl olduysa, ayaklarım birbirine dolanırken, çantanın üzerine düştüm. Pekiyi, ya onu unutsaydım? Ne aptalca bir soru!… Elimi dolabın üzerinde gezdirdim. Nerden de çıktı o kutu öyle. Yere düşünce, korkudan az daha bayılacaktım. Kutunun düşmesiyle çıkan gürültüyü dışardakiler de duymuş olacaklar ki, bağrışmaya başladılar. İyice anımsamıyorum ama. sanırım ondan sonra dışardakilere birkaç kişi daha katıldı. Tamamen şaşırmıştım. Ama yine de beni bir şey yönetiyordu, kendimi tamamen kaybetmeme engel oluyordu. Yere düşen kutuyu ayağımla ittim. Kendim de biraz daha yana kaydım ve el yordamıyla çantayı buldum. Kulpundan tutup, kendime doğru çektim. Çabucak açıp, içindeki kâğıt destesini koynuma soktum. Şimdi çantayı ne yapmalı? Artık hem daha yüklüydüm, hem de rahatlamıştım. Kemerimi iyice sıktım, gömleğimi ve ceketimi ilikledikten sonra, pencereye doğru seğirttim. Dışarısı bir rezaletti. Keşke aşağısı, şu deniz gibi su olsaydı…
Bulunduğum odanın duvarını dıştan ikinci kez olarak aydınlatan el fenerinin ışığı gerçekten kuvvetliydi. El fenerindim çıkan ışık, tıpkı tümsekli bir yolda sürünen bir yılan gibi pencereden içeri süzüldü. Geri dönüp, merdivenlerden aşağı koşarak indim. Bahçedeki karanlık bir uçurum gibiydi. Bu uçurumun içine daldım. Elimi cebimde tutuyordum. Madeni kabzayı sıkıcakavramıştım. Silâhın tetiği bir yarım daire çizdi. Öbür elim, karanlığı aralamak istercesine önümdeydi. Oysa gökyüzü kapalıydı, ağırdı. Sanki avlunun üzerine asılıp kalmıştı.
Kapının arkasında duracağım tuttu. Dışardan gelen, gittikçe çoğalan bağrışmalarla kapının zorlanışı kulağımı tırmalıyordu. Tahtaların esnemesini ve kapıya vuran darbeleri ayağımda duyuyordum. Nerdeyse duvara yapışmıştım. Gözlerimle karşı taraftaki gölgeleri seçmeye çalışıyordum. Fakat bu gölgeler silâh seslerinin altında sallanıyorlurdı. çırpınıyorlardı. Kendimi ne yerde, ne gökte hissediyordum. Ya oradan uzaklaşmak isterken beni yakalasalardı!.. Dışarıda kurşun yağmuru başladı. Bütün vücudum ürperdi. Biraz daha duvara yapıştım. Sonunda, birkaç darbeden sonra kapı kırıldı. Kırılan kapının bir tahta parçası üzerime geldi. Soğuk terler dökmeye başladım. Kapının kırılmasıyla, kara bir gölge yere düştü. Arkasında, onun üzerine bir gölge daha. Ne yapacağımı şaşırdım. İki ateş arasında bulunuyordum. Hem avluda, hem de sokakta düşmanlar vardı.
«Üçüncü kara gölge içeri daldı. Burnumun dibindeydi artık. Bu gölge gözlerimin kararmasına, nefesimin kesilmesine neden oldu. Yavaşça ellerimi yandan yukarı doğru çektim, bir elimle kapıya yaslandım, öteki elimle kapının sürgüsünü tuttum. Kapıya yüklenmemle birlikte, kapının dış tarafında durmakta olan bir siyah gölge, yere düşüp kapının altında kaldı. Emekleyerek sokağa çıktım. İçerdeyken, bana o denli uzak görünen sokaktaydım şimdi. Karanlığı delmek istercesine başımı eğip, öne doğru seğirttim. Gözlerim karanlıkta hiçbir şey görmüyordu. Ama buna rağmen, ayaklarım yönümü ve basacağı yeri buluyordu. Karşıda kapkara görünen duvarlardan ateş püskürülüyordu. Namluların uçlarındaki san, sonra lâcivert gözler zifiri karanlığı deliyordu. Bu gözler kapanıyor ve tekrar açılıyordu. Herkes bana bakıyordu. Bense onlardan kaçıyor, ellerinden kurtulmaya çalışıyor, kayıplara karışmak istiyordum. Bir duvar dibine geldiğim zaman, sindim. Bulunduğum yere doğru kızıl alevli yıldızlar gelmeye başladı. Birden karanlıkta omuzumda bir sızı hissettim. Kasılıp kaldım. Omuzumu duvara sürterek, çöktüm…
Küçükken, kaç kez bu duvarın dibinde sinmiş, arkadaşlarımın gözlerinden kaçmaya çalışmıştım. Arkadaşlardan biri gözlerini yumduğu zaman, ben gelip burada saklanırdım.
«Tıpkı o zaman olduğu gibi, şimdi de orada kaldım. Sokakta birden bana doğru gelen gölgeler belirdi. Duvarın dibinden uzaklaşarak, tabanları yağladım, öylece koşarken, artarda duyulan birkaç patlamadan sonra, bir mermi gelip baldırımda yuvalandı. Bacağım, kasığımdan itibaren, parmaklarıma kadar düğümlendi. Baldırımla birlikte, tüm vücudumu bir sıcaklık kapladı. Gömleğimin yakası daralmaya başladı. Nefes almakta güçlük çekiyordum. Baldırımdan akan ve sülüğü andıran kızıl kan, bütün bacağımı kapladı, öteki ayağım, vücudumun tüm yükünü üzerine aldı. Yaralı bacağımı sürterek ilerledim. İki elimle koynumu yokladım. Kâğıtların hışırtısı duyuldu. Koynumdaki kâğıt destesini sıkıca tutarak, şehir dışına çıkan yola daldım. Gecenin karanlığı yavaş yavaş açılıyordu. Sessizlikte, uzaktan gelen bağrışmalar, engin denizin öbür yakasından duyuluyormuş gibiydi. Sanki karşı yakadaydım…»
«Vücudumun ve üstümdeki kâğıtların yükünü artık sağlam bacağım taşıyordu. Sonra yüksek söğüt ağaçlarının bulunduğu yola saptım. Yavaş yavaş kulübeye doğru yürüdüm. Eski bir kitabın yaprağı gibi eski ve ince kapı açıldı. İçerde yanan kandilin sarı ışığı yüzümü daha da sararttı. Arkadaşım bir iskemleye oturttu. Oturup ayağımı dinlendirdim. Yırtılan pantolonumdan çıkan ses duyuldu, kan revan içindeki bacağım meydana çıktı. Kandilin aydınlığındaki pıhtılaşmış kan, pekmez gibi görünüyordu. İki sıcak el, gömleğimin düğmelerini çözerek koynumdaki kâğıtları çıkardı. Kalbim, avuca alınmış bir kuşun kalbi gibi çarpmaya başladı. Az sonra, pıhtılaşmış kanın kapladığı yer bembeyaz oldu. iki güçlü el, çocukken annemin beni sardığı gibi, sardılar. Göğsüm ve ayağım öyle hafifledi ki; ayağımda bir şey yokmuş gibi geldi…»
Adam ayağa kalktığı zaman, gölgesi denizin kenarındaki kumlarda süründü. Ayakları masmavi sularda kayıyordu, önce diz kapağının altına, sonra diz kapağına, daha yukarı ve en sonunda da yanmış bir kırmızı lâstik parçasına benzeyen yara izine kadar… Ve daha sonra tüm vücudu su üzerinde rahatladı.

TAYAR HATİPİ (Tajar Hatipi)
1918 yılında Elbasan’da doğdu. Doğduğu yerdeki öğretmen okulunu 1942 yılında tamamladı. Bir süre ”Jeta e Re” edebiyat dergisi ve ”Pioneri” çocuk dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yürüttü. Tayar Hatipi şair ve öykücüdür. ”Bunu” (1965), ”Zaman İzleri” (1972) adlı öykü kitapları ile çocuklar için bir öykü kitabı ve bir çocuk romanı yayınlamıştır.
Kaynak: Çağdaş Arnavut Hikayeleri Antolojisi
Çeviren: Avni Çitak